İzmir de Ulaşım

ATATÜRK VE DİN

12 Mayıs 2016, 16:56
AHMET GÜREL
ATATÜRK VE DİN

Atatürk-din ilişkisi ülkemizde sürekli tartışıla gelmiş konulardan biridir. Bu konuda yetkin olmayan kişilerin yaptığı yorumlar toplumda derin yaralar açmaktadır. Kendimi de bu konuda yeterli bulmadığım için, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın “Atatürk’ün Din Anlayışı” adlı makalesinden alıntı yapmayı doğru buldum:
“Belirtmek gerekir ki, Atatürk din bahsinde en fazla gadre ve haksızlığa uğramış bir şahsiyettir. Bazı çevreler, din ile Atatürk arasında ters bağlantı kurarak Atatürk’ü dine karşı bir silah gibi gösterme gayreti içine girerken, kendilerini İslam’ın müdafii ve sözcüsü yerine koyan diğer bazı çevreler de haksız bir şekilde onu din düşmanlığıyla itham etmişlerdir.”

Atatürk, hakkında binlerce kitap, makale, yorum yazılmış büyük bir devlet adamıdır. Atatürk’ün din anlayışını onun hakkında yapılan yorumlardan ziyade, bizzat kendisinin bu konudaki söylev ve demeçlerine bakarak değerlendirmek gerekir diyen eski Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz, değerlendirmelerine şöyle devam etmiştir:
“Atatürk’ün din konusundaki görüş ve düşünceleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde, onun din aleyhine ve dinsizlik anlamına gelebilecek herhangi bir sözüne rastlamak mümkün değildir. Aksine dinimizden, Hz. Peygamber’den övgü ve saygı ile bahseden, Müslümanlığından dolayı duyduğu onuru dile getiren pek çok sözleri vardır.” 

29 Ekim 1923’te kendisiyle görüşen Fransız muhabiri Maurice Pernot’ya verdiği demeçte Atatürk, şöyle demiştir: 
“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimize bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Bilime karşı, gelişmeye karşı hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istiklalini veren bir Asya milletinin içinde daha karışık, yapay, batıl inançlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince, aydınlanacaktır. Onlar ışığa yaklaşmazlarsa kendilerini yoketmeye mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”

Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz makalesine şöyle devam etmiştir: 
“Bunun ilk adımını da Kur’an-ı Kerim’in milletin bütün fertleri tarafından okunup anlaşılabilmesini sağlamakla atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl bile geçmeden 21 Şubat 1925 tarihinde Meclis’teki bütçe müzakereleri sırasında Kur’an-ı Kerim’in meal ve tefsirinin, Hadis-i Şerif tercümelerinin devlet imkânlarıyla yaptırılması için talimat vermiştir.
Bunun üzerine mealin Mehmet Akif Ersoy, tefsirin Elmalılı Hamdi Yazır, hadis tercümelerinin de Kamil Miras tarafından yapılması kararlaştırılmıştır. Ancak, Mehmet Akif bilahare bu görevi bırakarak aldığı avansı iade etmiş, hem meal hem de tefsir yazma işi Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı 9 ciltlik tefsir 1935 yılında, Kamil Miras tarafından hazırlanan “Sahih-i Buhari Muktasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi” isimli 12 ciltlik hadis tercümesi de 1928 yılında yayımlanmıştır.”

Atatürk, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesinin şu gerekçeyle yapıldığını anlatıyor: 
“Türk, Kuran’ın arkasından koşuyor, fakat onun ne dediğini anlamıyor. İçinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.” Ayrıca bu gerekçeyle hutbelerin de Türkçeleşmesini sağlamıştır. Ona göre hutbe demek, söz söylemek demektir.
         “Size devrimizin önemli bir olayında bugüne kadar yayınlanmamış, belki de unutulmuş bir parçasını açıklayacağım. Onu açıklamış olmak o devrimin bütün parçalarını adım adım takip etmiş bir vatandaş sıfatıyla benim hem vatani, hem de vicdani bir borcumdur”, diyen 1. Meclisin ateşli konuşmacısı Esat (İleri) Hoca, şunları anlatır:
        “…Henüz Büyük Taarruz olmamıştı. Bir gün Gazi, bütün komutanlar ve hocalar toplansın demişti. Çadırında toplandık ve hepimize ayrı ayrı övdükten sonra şu soruyu sordu:
         ‘Din için yol bir midir, yoksa başka başka mıdır?’ Sustuk, bakıştık. Gazi, hepimizden birer birer yanıt istedi. Yanıtımız:
         ‘Elbette birdir’ oldu. Gülümsedi:
         ‘Öyle olması lazımdır, fakat öyle değildir. Bakınız İstanbul Hükümeti beni idama mahkûm etti ve orada bulunan dinin en büyük ulemaları da bunu onayladı. Burada da dinimizin en büyük ulemaları İstanbul Hükümeti’nin verdiği ve Şeyhülislamın onayladığı fetvayı onaylamadı. O halde din için yol bir değildir demek oluyor.’ Hepimiz susmuştuk, Gazi bir daha bizleri süzdü, sonra:
         ‘Din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak lazımdır.’ Toplantı bitmişti, dağıldık. İşte Mustafa Kemal’in bu toplantıdan sonra verdiği din ile dünya işlerini birbirinden ayıran kararı Büyük Taarruz’dan sonra çok önce bu toplantıda vermişti. Karar gelişigüzel bir karar değildi. Kısaca durumu şöyle açıklıyordu:
         İstanbul Hükümeti’nin Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi Milli Mücadeleyi ‘Sultanın emri’ne karşı olarak nitelendirmiş, Milli Mücadele’nin dini reisi Rıfat (Börekçi) Hoca ise bu fetvanın ‘Halifenin esirliği ve düşmanın baskısı sonucu verilmiş olduğunu ve esir halifenin emirlerinin şer’ian geçerli olmadığı’ konusunda gene bir fetva ile İstanbul Hükümeti’nin kararını iptal etmişti.”   
Gazi Orman Çiftliğinde dinlenen Atatürk’e, din anlayışını soran eski Ankara Belediye Başkanı Asaf İlbay’a, O’nun verdiği yanıt şöyledir:
       
 “…Din, bir vicdan meselesidir. Herkes, vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve eyleme dayanan körü körüne yapılan hareketlerden sakınıyoruz. Yobazlara asla fırsat vermeyeceğiz.”  
       
 Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa 1924 yılında Rize’ye yaptığı seyahatte medreselerin açılması için kendisine başvuran hocalara; hiddet ve şiddetle ve herkesin önünde:
         “Para istiyorsanız size millet yeteri kadar verecektir. Açsanız karnınızı doyuracaktır. Medreseler bir daha açılmayacaktır anladınız mı?” Diye bağırdı.  
Atatürk’ü, eserleriyle ve emanetleriyle anıyor, rahmet diliyorum.
 
Bu makale 4286 kez okundu
Yükleniyor...