İzmir de Ulaşım

12 Eylül ün Faydaları { Hür General }

Ertuğrul Özkök’ün sık sık yazdığı gibi “12 Eylül sayesinde can güvenliği sağlandı, akan kan durdu, memleket derin bir nefes aldı. Bu yüzden halk Anayasa’ya yüzde 92.5 oranında evet oyu verdi. ” diye ahkâm kesecek, darbeyi masum ve mazur gösterecek değilim.

15 Kasım 2010 Pazartesi 11:07
 Ben, 12 Eylül’ün bir vatandaşın bireysel tarihindeki faydalarından söz edeceğim. 
Aslında, Kenan Evren’i ve Anayasa’ya yüzde 92.5 oranında “evet” oyu verenleri saymazsak, 12 Eylül’ün faydalarından söz eden ilk kişi, Ertuğrul Özkök değil, Aziz Nesin oldu. 
Darbenin 7’nci yıldönümüydü, Ankara’da bir panel düzenlendi. Ben de gazeteci olarak salondayım. Panelin konuşmacılarından Aziz Nesin, sıra kendisine geldiğinde “12 Eylül’ün hiç mi faydası olmadı?” sorusuyla başladı konuşmasına. Dinleyicilerin kaşları çatıldı; kimi keskin dinleyiciler, “Aziz Nesin ne de olsa eski asker, zaten biraz da yaşlandı, askerlik damarı kabardı, 12 Eylül darbesini överek kendisini affettirmeye çalışacak!” diye homurdandılar. 
Aziz Nesin, homurdanmalara aldırmadan devam etti: 
“Arkadaşlar, 12 Eylül öncesinde taksiye bindiğimizde, ücret konusunda taksiciyle saç saça başbaşa kavgaya tutuşur, nerdeyse kanlı bıçaklı olurduk. Ama 12 Eylül geldi, taksiciyle kavgaya son verdi. Ne yaptı 12 Eylül? Bütün taksiler sarıya boyandı, her birine taksimetre takıldı. Artık ne kadar ücret ödeyeceğine kavga ederek değil, taksimetreye bakarak karar veriyorsun. Kötü mü oldu? Elbette iyi oldu. Ama, kardeşim, taksici-müşteri kavgasını bitirmek, taksimetre taktırmak için de darbe yapılmaz ki.” 
Nur içinde yatsın. Bu sözler üzerine homurdanmalar kesildi. Sonrasında Aziz Nesin işi gene sosyalistliğe döküp, başladı 12 Eylül’e veryansın etmeye. 
Aziz Nesin’in vurguladığı taksimetre işi dışında toplumsal tarihte 12 Eylül’ün başkaca faydası oldu mu, bilemiyoruz. Süleyman Demirel’in darbeden sonra sol söylemi ödünç almasına bakarak, “İşte en âlâsından bir 12 Eylül faydası. Bir darbe daha olursa Demirel bu kez komünist olur ki, burjuvazi ‘Komünist Demirel’ riskini göze alamaz. Dolayısıyla bu memlekette bir daha darbe olmaz!” diye hayale kapılanlar çıktı. Ama, hayat kendi hükmünü icra etti, Demirel’in maskesi çok çabuk düştü. 
Bunca peşrevden sonra gelelim darbenin bireysel tarihteki faydalarına. Anlatacaklarım latife değil tümüyle gerçek. 

Darbeciye darbe 
Bireysel tarihinden alıntılar yapacağım kişi, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.Üstelik Kenan Evren’in meslektaşı. Yani eski asker. 1971 darbesi sırasında on üç yaşındayken askeri liseye girdi, sonra Kara Harp Okulu’na. Darbe tarihinde yirmi iki yaşında genç bir teğmendi. Harekât emrini alınca, ister istemez sorumluluk bölgesinde, yani Çanakkale’nin Çan ve Yenice ilçelerinde darbe yaptı. Ama Allah için söylemek lâzım gelirse, kimsenin canını acıtmadı. Sıra dışı bir darbeciydi. 
Birgün bir ihbar mektubu aldı. Bir köyde terzi varmış, devrim olduğunda göndere çekilmek üzere kızıl bayrak dikmiş, evinde saklıyormuş. Muhbir vatandaş, mektubu üst makamlara da gönderdiğini eklemiş. Yani, “İstersen terziye operasyon yapma!” der gibi. 
Başçavuşa bir operasyon timi hazırlamasını emretti darbeci teğmen. Operasyon timi erken bir saatte köye vardı. Hoyratça bir operasyon olmaması için teğmen kapıyı bizzat çaldı. Terzi uykulu gözlerle kapıyı açtı. Teğmen durumu açıklayarak arama yapılacağını tebliğ etti. Arama başladı. Zaten küçücük bir köy evi. Aranacak fazla yer yok. Bir köşede sandığı karıştıran Başçavuş “Buldum komutanım!” diye heyecanla bağırarak teğmene koştu. Elinde birkaç kitap vardı. En üstte Aziz Nesin’in “Savulun Sosyalizm Geliyor” kitabı. Teğmen belli etmeden içinden güldü. “Tebrik ederim Başçavuşum” dedi. Operasyondan sonra, “Yasal işleme gerek yoktur” diye raporunu yazdı. 
Teğmen gerçekten de sıra dışı bir darbeciydi. Darbenin üzerinden iki yıl geçtikten sonra üsteğmen rütbesindeyken kendisine darbe yaptılar. Kenan Evren’in emriyle Ankara’da Ordu İstihbarat ve Dil Okulu’nda sorguculara teslim edildi. Peşinden, “Tutum ve davranışlarıyla yasa dışı fikirleri benimsediğinin anlaşıldığı” gerekçesiyle yirmi dört yaşında ordudan çıkartıldı. 
Mahkeme kararı olmadan üçlü kararname ile Ordudan çıkarma emri, yani re’sen emeklilik kararı Urfa Suruç’taki tabur gazinosunda tebliğ edildi. İçinde elbette fırtınalar koptu. Çocukluğunun gençliğinin en güzel döneminde on bir yıl onurla taşıdığı, kirletmediği üniformadan çıkıyordu. Gideceği yer cezaevi ya da işsizler ordusunun saflarıydı. Hiç renk vermedi, neşeli görünmeye çalıştı. Gazinodaki meslektaşları şaşırdılar. 
“Yahu nasıl bu kadar sakin ve neşeli olabilirsin? ” diye hayret ettiler. 
Bir anda işsiz kalan, diploması cumhurbaşkanı adaylığı dışında hiç bir işe yaramayacak olan üsteğmen işi şakaya vurdu: 
“Orgeneral olacağım, hatta... diye yola çıktım. Şimdi hürgeneralim. Bu da sevinmeye değer!” 
Üsteğmen, Kenan Evren’le artık meslektaş olmadığına sevinerek teselli buluyordu kendince. 
Kenan Evren’le artık meslektaş olmamak! Az şey mi? Buyrun, işte 12 Eylül’ün bireysel tarihteki bir faydası. 
Üsteğmen, Kenan Evren’le artık meslektaş olmayacağına sevindi; ama Evren, son imzayı kendisinin attığı bir kararla üsteğmeni meslekten atmakla kalmadı. Üsteğmeni ve arkadaşlarını “Ben onlara hain lafını bile az bulurum” diyerek, kendi ifadesiyle “Adaletin pençesine” teslim etti. 
Adaletin pençesi mâlum. Üsteğmeni gözaltına aldılar. Gözaltına alınmadan önce, diz kapaklarında doktorların teşhis koyamadıkları bir rahatsızlığı vardı. Doktorlar, romatoid artrid olabileceğini söylüyorlardı. Yedi-sekiz ayda bir diz kapakları su topluyor, şişiyor, alaturka tuvalete bile çömelemiyordu. Sağolsun, emniyetçiler, gözaltında çaresi buldular. Üsteğmenin vücudunda kablo ucu değdirilmedik bir santimetre kare dahi bırakılmadı. Yani üsteğmene fizik tedavi uygulandı! Aradan yirmi üç yıl geçti, üsteğmen bir kez bile, diz kapaklarından şikâyet etmedi.12 Eylül çok faydalı oldu, canım! 
Gözaltına alınmadan önce üsteğmenin midesinden şikâyeti vardı. Her karavanadan sonra midesi yanıyor, doktorlar ülser başlangıcı olabileceğini söylüyorlardı. Çok şükür, 12 Eylül hapishanelerinde bunun da çaresi bulundu. 12 Eylül hapishanesi demek, açlık grevi demek. Üsteğmen, Metris cezaevinde 28 gün süreyle ağzına bir tek lokma koymadı, sadece su içti. Meğer açlık grevi ne kadar da faydalı imiş! Şaka değil. Mide ve bağırsaklar dinleniyor; bu arada, vücut doğal tedavi sürecine giriyor. Aradan yirmi iki yıl geçti. Üsteğmenin midesi hâlâ taş gibi, taşı yutsa öğütür. 12 Eylül çok faydalı oldu, canım! 
Tabii üsteğmen içeride tedaviyle meşgulken, dışardaki akrabaları da boş durmadı. Üsteğmen başına gelecekleri tahmin ederek, “Her şeyi yakın, kitaplarımı yakmayın” demişti, ama nafile. Gözaltı haberi gelir gelmez, banyoda termosifonun sobası ateşlenmiş. Kitaplar doğruca sobaya. Soba günlerce yanmış. Termosifonda gaz ve odun açısından bir hayli tasarruf sağlanmış. 12 Eylül sayesinde sağlanan yakıt tasarrufuna en büyük katkıyı, Marks, Engels ve Lenin’in tuğla kalınlığındaki kitapları yapmış. Hele 600 küsur sayfalık “Kapital” ciltleri, bir hayli tasarruf sağlamış ki, artık o kadar olur. Tasarrufun tadına varan akrabalar, cep kitapları yazan Stalin ve Mao’ya teessüf etmişler. 
Netice itibariyle, 12 Eylül’ün bireysel tarihlerde faydalar sağladığı kesin. Ama, Aziz Nesin’in deyişiyle, bunun için darbe şart mıydı? 


Sadede gelecek olursak 
12 Eylül’ün bu şekilde faydalı olduğu üsteğmenin kim olduğunu tahmin etmişsinizdir. Re’sen Emekli Jandarma Üsteğmen Rahmi Yıldırım’ın bireysel tarihinden alıntılar yaptım. Üsteğmen, Ordu İstihbarat ve Dil Okulu’nda bir ay süren sorguya ek olarak, 1982 Kasım ayından başlamak üzere Bursa, İstanbul ve Ankara nezarethanelerinde beş ay daha sorgulandı. Dışarda mevsimlerin geçtiğinden haberi olmadı. Asker ve polis kılığındaki işkencecilerin “Ulan sınırda suyun başını tutmuşsun. Vatanı kurtarmak sana mı düştü, vatan kurtaracağına yükünü tutsaydın ya!” diye sitem(!) ederek vahşice saldırmalarının ve küfretmelerinin acısını öfkesini hâlâ yüreğinde taşıyor. 
Üsteğmenle birlikte aynı kaderi paylaşan kaç insan vardı? Sorunun resmi yanıtı 1988 yılında alındı. TBMM’de Muğla Milletvekili Tufan Doğu’nun yazılı soru önergesine Milli Savunma Bakanlığı’nın verdiği 13 Ekim 1988 tarihli yanıta göre, 12 Eylül döneminde 153’ü teğmen, 216’sı üsteğmen, 26’sı yüzbaşı ve 2’si yarbay olmak üzere toplam 397 subay, 176 astsubay ve 447 askeri öğrenci ordudan çıkartıldı. 
Soru önergesinde ordudan çıkartılanların isim listesi ve haklarında hangi davaların açıldığı, davaların nasıl sonuçlandığı da soruluyordu. Ama bu sorulara yanıt verilmedi. Üsteğmenin kanaati o ki, gerçek sayı daha yüksektir. 
“Tutum ve davranışlarıyla yasa dışı görüşleri benimsediklerinin anlaşıldığı” gerekçesiyle, hiçbir mahkeme kararı olmadan, re’sen emeklilik adı altında yirmili yaşlarında ordudan çıkartılan, Devlet Başkanı Kenan Evren’in “Ben onlara hain lafını bile az bulurum” diyerek, kendi ifadesiyle “adaletin pençesine teslim ettiği” subaylar arasında kimler yoktu ki? 
Jandarma Üsteğmen Ahmet Şener, 1983 yılında Cizre’de hudut bölük komutanı iken, sınırda çıkan silahlı çatışmada kurşunlara hedef oldu. Bu olayla başlayan gelişmeler, Irak sınırından 30 kilometre içerilere uzanan sınır ötesi harekâtın düzenlenmesine vardı. Üsteğmen Şener, hastanede yattığı süre içinde en yüksek komutanların ve makamların geçmiş olsun dileklerine mazhar oldu. Sonra, hastaneden “vatan haini” olarak taburcu edilip sorgulandı ve re’sen emekliye ayrıldı. 
Piyade Üsteğmen Hasan Gizer, 1980 1 Mayıs’ında sıkıyönetim görevlisi olarak devriye hizmeti yaparken otomatik silahlarla tarandı. Hedefini bulan kurşunlar, çelik başlığa ve teçhizatın metal aksamına takılıp kalmasa, Üsteğmen Gizer, belki de “vatan haini” olmaya fırsat bulamayacaktı. İşkenceciler, Mustafa Kemal’in Çanakkale’de göğsüne isabet eden şarapnel misketinden saati sayesinde kurtulmasından esinlenerek, kendisini “Atatürk” diye çağırıyorlardı. Üsteğmen Gizer, Metris Cezaevi’nde, kendisini tarama eyleminin sanıklarıyla birlikte yattı. 
Metris Cezaevi’nde yatanlar arasında, daha önce kendileri de cezaevlerinde görev yapan üsteğmenler Enver Çal ve Burhan Karal da vardı. 
Jandarma Üsteğmen Rahmi Yıldırım, talihi yaver gidip, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etmek suçlamasıyla yargılanmaya ve “vatan haini” ilân edilmeye fırsat bulabilen şanslı bir subaydı. Urfa Suruç’ta hudut bölük komutanıyken, hududu geçmeye çalışan mütecavizlerle çıkan çatışmada, kurşunlar, sol kulağında si bemol – do diez notalarını anımsatmakla yetinmişlerdi. 
Jandarma Üsteğmen Fahrettin Çoban ise o kadar talihli değildi. Sorgulamalar sırasında, okuldaki lakabı bir anda “örgüt içi kod isme” dönüşen Üsteğmen Çoban hakkında ısrarla itiraflarda bulunulması isteniyordu. Ama arkadaşları, Fahrettin Çoban ile cezaevi avlusunda birlikte volta atma mutluluğuna erişemediler. Üsteğmen Çoban’ın hudut bölük komutanı iken, arazi etüdü sırasında serseri bir mayına basıp öldüğü haber alındı. Üsteğmen Çoban, “vatan haini” olmaya fırsat bulamadan “şehit” olmuştu. 
Piyade Binbaşı Abdülkadir Kılavuz önce “vatan haini” oldu, sonra da “şehit”. 1978 mezunu Abdülkadir Kılavuz, üsteğmenliği sırasında, Kenan Evren’in “Ben onlara hain lafını bile az bulurum” diyerek, “adaletin pençesine teslim ettiği” subaylar arasındaydı. Sekiz ay tutuklu kaldıktan sonra göreve iade edildi. 12 Eylül döneminin “haini” Abdülkadir Kılavuz, Ağustos 1994’te Cudi’deki operasyonda binbaşı rütbesiyle “şehit” oldu. 
Kendisini zorunlu hissettiği bir tercihte bulunarak üniformasını bizzat çıkartıp sosyalist harekete katılan Piyade Teğmen Ömer Yazgan ise, yakalandıktan sonra Türk Ceza Yasası’nın 146/1’inci maddesinden idam edildi. Ömer Yazgan ve üç arkadaşı hakkında idam kararı veren yargıçlardan Askeri Hâkim Yüzbaşı Eyüp Menteş, başka bir davada idam cezası vermemek için sanık yakınlarından rüşvet almak suçundan hüküm giydi. Yargıcın hüküm giymesi, Ömer Yazgan ve arkadaşlarının davasının yeniden görülmesini gerektiriyordu. Ancak, buna ilişkin başvuruya karşın Yazgan ve üç arkadaşı idam edildiler. 
Sorgular sırasında işkence literatüründe bilinen bütün yöntemlere maruz kalan genç askerlerden bileklerini kesmek, pencereden atlamak yoluyla intihara teşebbüs edenler oldu. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’nın Kovuşturmaya Yer Olmadığı Kararı’na göre, Harp Okulu mezunu 1981-18 sicil numaralı Jandarma Teğmen Ahmet Erdoğdu, 18 Ocak 1982 tarihinde Mamak Cezaevi’nde gece kendisini ranzaya asarak intihar etti. 

Neden tasfiye edildiler? 
Tasfiye operasyonu 1981 yılı sonlarında başladı. Tasfiyenin yürütülmesinde Gladio’nun Türkiye’deki ayağı özel örgüt de görev aldı. Operasyon kapsamındaki askerler, özel örgütün Ankara ve İstanbul merkezlerinde işkenceden geçirildiler. Harbiye sıralarında ve kıta yaşamlarında birbirlerini tanıyan genç askerler, arkadaşlık ilişkilerini “örgütsel ilişki” diye “itiraf” etmeye zorlandılar. Bu “itiraflar” kimi kez skandal boyutlarına ulaştı. 81 subayın yargılandığı THKP/C Üçüncü Yol davasında İstanbul Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nin verdiği 1986/34 esas ve 1986/185 karar sayılı gerekçeli hükümde, bazı subayların soygun ve gasp eylemlerine katıldıklarını “itiraf” ettikleri; ancak, yapılan araştırma sonunda bu subayların eylem tarihlerinde, bizzat bu dava dolayısıyla emniyette gözaltında olduklarının saptandığı belirtildi. 
Sorgulamaların başlangıcında ısrarla yüksek rütbeli subay ve general ismi aranıyordu. Belliydi ki cuntacılık suçundan yargılanacaklardı. Ancak, tasfiyeyi hak edecek nitelikte general bulunamamış olmalı ki, genç askerler “ordu içinde yasa dışı örgüt” suçundan sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandılar. Devlet Başkanlığını darbeyle ele geçiren “our boys” Evren Paşa, işkencecilere teslim ettiği genç subayları “Onlara ‘hain’lafını bile az bulurum” sözleriyle suçladı. Ancak, tespit edilebildiği kadarıyla sadece üç subay hakkında mahkumiyet kararı verildi. 
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesi’nde bakılan 123 sanıklı THKP/C Üçüncü Yol davasının beraat eden sanığı Re’sen Emekli Jandarma Üsteğmen Rahmi Yıldırım, yazılı savunmasında tasfiye operasyonunu şöyle değerlendirmişti: 
“Binlerce genç ordu mensubunun zulme ve haksızlığa maruz bırakılması, toplum çapında gençliği hedef alan düşmanca tavrın yansımasıydı. Çünkü, bilinir ki, gençliğe sahip olan yarınlara da sahip olur. İçinde bulundukları bunalım ağırlaştıkça, toplumun egemen sınıfları, kendi esenlikleri için, kendilerinin olmayan gençliği hedef gösterip, gençliğe karşı tenkil ve yok etme harekâtına girişirler; böylece, bunalımın hafifletilmesinin gereği olan gizli-açık zorbalığa meşruluk kazandırılmasına ve toplumun bu en duyarlı-devingen tabakası ile ezilen sınıfların bağlarının koparılmasına çalışırlar. 
Silahlı kuvvetlerin tırpanlanan genç kuşağı, kimi ‘ağabeyleri-büyükleri’ gibi iş ortaklıkları kurarak, gayri milli düzenin egemen sınıflarıyla bütünleşmedi, ziyafet sofralarında sarmaş dolaş olmadı. Bu gençler, ‘emeklilikleri’nden sonra, holding yönetim kurullarında asalak maaşa talim etmediler. Genç kuşak, 1960’ta can çekiştikten sonra 1971’de son nefesini veren ilericilik geleneğinin ve silahlı kuvvetlerin kaynağındaki ulusal kurtuluş ruhunun mirasçısı; ilericilik geleneğini tarihi sürecin deneyimleri ışığında işçi sınıfına yönelen bir anlayışla yeniden canlandırabilecek, yurtseverliklerinin ve insanseverliklerinin doğal sonucu olarak dolaylı saldırı doktrinini uygulama aracı olma işlevini elinin tersiyle itebilecek; adına ‘yardım’ denilen el davulunu sahibinin kafasına geçirerek, NATO’dan değil yalnızca halkından ve ulusundan emir alma yolunu açabilecek müstakbel tehlike olarak görüldüğü için tasfiye edildi. Tarih önünde, bu tasfiyeyi haksız buluyorum ve haklı olarak tasfiye edilmediğim için de sevinç duyuyorum.” 
Gazeteci Rahmi Yıldırım, Re’sen Emekli Jandarma Üsteğmen Rahmi Yıldırım’ın ve başka üsteğmenlerin bireysel tarihlerinden alıntılar yaptı. Sürçü lisân ettiyse affola! 




Haber Kaynağı: ESH- Doğan Prepol
Yükleniyor...